26 Haziran 2008 Perşembe

Aşk Tarihinde Bugün!

Bakalım rock n' roll tarihinde bugün neler olmuş? Konumuz aşk!

1973 yılında bugün Rolling Stones gitaristi Keith Richards ve kız arkadaşı Anita Pallenberg, Chelsea'deki evlerinde uyuşturucu madde ve silah bulundurmaktan tutuklandılar. Anita ve Keith'in sürekli olarak basına yansıyan çalkantılı bir ilişkileri vardı. Zaten Anita, Keith'den önce başka Stones elemanlarıyla da birlikte olmuştu. 1965 yılında Brian Jones'la çıkmaya başlayan İtalyan asıllı model Anita, 1967'de Keith için Brian'ı terketti. 10 yıl boyunca birlikte olan Keith Richards ve Anita Pallenberg çiftinin 3 çocukları oldu, bu çocuklardan biri doğduktan 3 hafta sonra hayatını kaybetti. Bu arada Anita'nın, "Performance" filminin çekimleri sırasında Mick Jagger'la da bir kaçamak yaşadığı ve "Angie" ve "You Got the Silver" şarkılarının da Anita için yazılmış olduğu rock dünyasının sürekli konuşulan dedikoduları arasında.



1974 yılında bugün Cher, 10 yıldır evli olduğu Sonny Bono'dan boşandı. 4 gün sonra gitarist Gregg Allman'la evlenen Cher, 10 gün sonra ondan da ayrıldı, daha sonra tekrar barışan çift tekrar ayrıldılar. Sonuç olarak, toplamda 3 yıl evli kalan çiftin Elijah Blue Allman adlı, şu an 32 yaşında olan bir oğulları var. Cher, Allman'dan sonra hiç evlenmedi, Gregg Allman ise Cher'den ayrıldıktan sonra 3 kez daha evlendi, 6. karısıyla hala evli.




1982 yılında bugün Roxy Music solisti Bryan Ferry, Lucy Helmore'la İngiltere'de evlendi. Bryan Ferry de 70'lerde ünlü model Jerry Hall'la nişanlıydı. Hall, Ferry'yi Mick Jagger'la aldatınca çiftin yolları ayrılmıştı.

25 Haziran 2008 Çarşamba

Satürn Ödülleri Sahiplerini Buldu!

Her yıl bilim-kurgu, korku ve fantazi türündeki film ve dizilere verilen Satürn Ödülleri (Saturn Awards) bu yıl da sahiplerini buldu. İşte ödüllerin dağılımı:

Best Science Fiction Film: Cloverfield
Best Fantasy Film: Enchanted
Best Horror Film: Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet St.
Best Action/Adventure/Thriller Film: 300
Best Actor: Will Smith (I Am Legend)
Best Actress: Amy Adams (Enchanted)
Best Supporting Actor: Javier Bardem (No Country for Old Men)
Best Supporting Actress: Marcia Gay Harden (The Mist)
Best Performance by a Younger Actor: Freddie Highmore (August Rush)
Best Direction: Zack Snyder (300)
Best Writing: Brad Bird (Ratatouille)
Best Music: Alan Menken (Enchanted)
Best Costume: Colleen Atwood (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet St.)
Best Make-Up: Ve Neill, Martin Samuel (Pirates of theCaribbean: At World’s End)
Best Special Effects: Scott Farrar, Scott Benza, Russell Earl,John Frazier (Transformers)
Best Animated Film: Ratatouille
Best International Film: Eastern Promises
Best Network Television Series: Lost
Best Syndicated / Cable Television Series: Dexter
Best Presentation on Television: Family Guy: Blue Harvest
Best Actor on Television: Matthew Fox (Lost)
Best Actress on Television: Jennifer Love Hewitt (Ghost Whisperer)
Best Supporting Actor on Television: Michael Emerson (Lost)
Best Supporting Actress on Television: Summer Glau (Terminator: The Sarah Connor Chronicles)/ Elizabeth Mitchell (Lost)
Best DVD Release: The Cabinet of Dr. Caligari (remix)
Best DVD Special Edition Release: Blade Runner (5 Disc Ultimate Edition)
Best DVD Classic Film Release: The Monster Squad
Best DVD Collection: Mario Bava (Box Sets 1 & 2)
Best Television Series Release on DVD: Heroes (Season 1)
Best Retro Television Series Release on DVD: Twin Peaks (Definitive Gold Box Ed.)

Megadeth konseri diye birşey yok!!!

Bir süredir özellikle heavy-metal içerikli sitelerin gündemini meşgul eden bir haberdi; "Megadeth Temmuz'da Bursa'ya gelecek!" haberi. Megadeth elemanları bu sabah bir basın açıklaması yaparak bu haberi yalanladılar ve Türkiye-Bursa'da herhangi bir konser organizasyonunun sözkonusu olmadığını duyurdular. Bursalılar üzülecek ama işte ayrıntılar:

http://www.femalefirst.co.uk/entertainment/Megadeth+issue+warning+over+hoax+show-53121.html

23 Haziran 2008 Pazartesi

Total Guitar Dergisi'ne göre tüm zamanların en iyi ve en kötü cover'ları...

Bugünkü müzik haberlerine bir gözatalım:

Total Guitar Dergisi, yaptığı bir anketle müzik dünyasında bugüne kadar yapılan en iyi ve en kötü "cover-version"ları sıraladı. Buna göre;


En kötüler listesinin 1. sırasında Celine Dion'un AC/DC cover'ı "You Shook Me All Night Long" var. Dion bu şarkıyı single olarak piyasaya sürmedi ancak bir Las Vegas konserinde Anascacia'yla birlikte seslendirmişti.









2. sırada Sugababes ve Girls Aloud yorumuyla "Walk This Way" (Aerosmith & Run DMC), 3. sırada ise, Westlife yorumuyla "More than Words" (Extreme) var. Listenin 4. surasında Will Young'ın The Doors cover'ı "Light my Fire" yeralıyor.


En iyi cover'lara gelince:


1. sıra, bir Bob Dylan şarkısı olan "All Along the Watchtower"ın Jimi Hendrix yorumuna ait. 2. sırada, ilk olarak The Top Notes grubunun tanıttığı "Twist and Shout"un The Beatles versiyonu var. Tüm zamanların en iyi "cover-version"ları listesinin 3. sırasında The Wings hiti "Live and Let Die"ın Guns n' Roses yorumu yeralırken, onu David Bowie hiti "The Man Who Sold the World" hitinin Nirvana yorumu izledi.



19 Haziran 2008 Perşembe

Taze bir sinema haberi... (En azından bu dakikalar için...)


Amerikan Film Enstitüsü (AFI) tüm zamanların farklı türlere göre en iyi 10 filmini belirledi. İşte sıralama:

2001: A SPACE ODYSSEY (Science Fiction) - CITY LIGHTS (Romantic Comedy) - THE GODFATHER (Gangster) - LAWRENCE OF ARABIA (Epic) - RAGING BULL (Sports) - THE SEARCHERS (Western) - SNOW WHITE AND THE SEVEN DWARFS (Animation) - TO KILL A MOCKINGBIRD (Courtroom Drama) - VERTIGO (Mystery) - THE WIZARD OF OZ (Fantasy).

18 Haziran 2008 Çarşamba

Coldplay-Violet Hill


Was a long and dark December
From the rooftops i remember
There was snow
White snow



Clearly I remember
From the windows they were watching
While we froze down below

When the future's architectured
By a carnival of idiots on show
You'd better lie low

If you love me
Won't you let me know?

Was a long and dark December
When the banks became cathedrals
And the fox
Became God

Priests clutched onto bibles
Hollowed out to fit their rifles
And the cross was held aloft

Bury me in armor
When I'm dead and hit the ground
My nerves are poles that unfroze

If you love me
Won't you let me know?

(Guitar Solo)

I don't want to be a soldier
That a captain of some sinking ship
Would stow, far below

So if you love me
Why'd you let me go?

I took my love down to violet hill
There we sat in snow
All that time she was silent still

Said, if you love me
Won't you let me know?

If you love me,
Won't you let me know?


Violet Hill... Son günlerde çok aklıma takılıyor! Şarkı için Coldplay'in ilk protest hiti diyebiliriz. Chris Martin'e göre bu şarkı, Beatles'ın Abbey Road'una bir selam niteliğinde. Zaten Violet Hill de Abbey Road'a yakın bir cadde...



17 Haziran 2008 Salı

Pete Best...

Babanızın eskiden bir Beatle olduğunu okuldaki arkadaşlarınızdan öğrenseniz ne yapardınız? Bu soruyu aslında Pete Best’in kızına sormak lazım... İşte Beatles grubunun ilk davulcusu Best’in, rockstarlıktan fırıncılığa uzanan ve mutlu son’la biten hikayesi...



Son uçak yolculuğumda yanıma oturan ve Alman asıllı bir Amerikalı olduğunu sonradan öğrendiğim 73 yaşındaki Michael, benimle sohbet etme çabasında... Genç ruhlu yaşlılara özgü çapkın bakışlar ve sportif görünüme sahip bu sevimli “amca”, başlıyor hayat hikayesini anlatmaya; ailesiyle anlaşamadığı için Hamburg’dan 20’li yaşlarında ayrılmış, Washington’a gelmiş, Fransız bir karısı, MIT’de okuyan bir kızı varmış, evinde televizyon olmadığı için sürekli kitap okurmuş, bahçesindeki çiçeklerle ilgilenirmiş, vs. “Tamam” diyorum kendi kendime; “Bana önümüzdeki 10 saat boyunca huzur yok...” Daldan dala atlayan Michael, sonunda konuyu müziğe getiriyor ve ben de Hamburg’un müzik dünyası açısından ne kadar önemli bir şehir olduğunu söylüyorum, öyle ya, Beatles’ın Liverpool’dan bile önce üne kavuştuğu yer Hamburg Starclub’dı. Michael bu hatırlatmadan sonra hemen lafa giriyor; meğer bizim Michael Amca yıllar önce, her hafta Starclub’a gider ve canlı Beatles şarkıları eşliğinde dansedermiş. Hımmm... Sohbet bir anda ilgi çekici bir hal almaya başlıyor, Michael anlatıyor ben dinliyorum, Beatles’ın dünya çapında üne kavuşma ihtimali, anlaşılan o zamanlar grup elemanları için bir fantaziden öteye gidemeyecek kadar büyük bir düşmüş. Tabii onların tek hayalinin yaşadıkları şehirde popüler olup biraz para kazanmak ve ilgi görmek olduğu düşünülürse, başlarına konan talih kuşunun epey büyük olduğunu söyleyebiliriz. Evet, Beatles’ın bir parçası olmak tüm grup elemanları için benzersiz bir şanstı ama bu şans aralarından birinin hayattaki en büyük şanssızlığı olacak ve geçirdiği sıkıntı dolu yıllar boyunca defalarca, John, Paul ve George’la hiç tanışmamış olmayı dileyecekti. Ringo Starr’dan önce grubun davulcusu olan ve grup dünya çapında bir fenomene dönüşmeden hemen önce sebepsiz yere gruptan atılan Pete Best’ten sözediyorum. Michael’la yaptığım sohbet beni, Pete Best’in zor günleri nasıl atlattığı ve şu an neler yaptığı konusunda küçük bir araştırma yapmaya itti. İşte dünyanın en ünlü grubunun ünsüz davulcusunun rockstarlıktan fırıncılığa uzanan ve mutlu sonla biten ilginç öyküsü...

Pete Best’in hayatı, 15 Ağustos 1962’de, ileride Beatles’ın menajeri olacak Brian Epstein’in Liverpool Cavern Club’da yanına gelerek, “Yarın sabah ofisime gelmenizi istiyorum” demesiyle değişecekti. O tarihe kadar iki yıl boyunca Beatles’la çalmış olan Pete Best, özellikle Hamburg Starclub’daki performansıyla diğer grup elemanları gibi, ufak çapta da olsa bir şöhrete sahipti ve artık, Liverpool’da da üne kavuşmanın zamanı gelmiş gibi görünüyordu. Ancak o tarihte hiç biri; ne John, ne Paul, ne George ne de Pete, uluslararası bir ünü hayal bile edemiyorlardı. Tek istedikleri, kendi şehirlerinde aranılan birer müzisyen olmaktı. Sonuçta 1962 yazında Beatles, EMI Records’la bir plak anlaşması imzaladı. Tüm grup çok heyecanlıydı, çünkü artık durumun ciddiyetinin farkına varmaya başlamışlardı. İlk plak “Love Me Do”nun son kayıtlarını tamamlayacak ve kısa bir süre sonra piyasaya süreceklerdi.

Ve, tüm İngiltere’de büyük bir şok etkisi yaratmanın hemen öncesinde, Pete Best, Brian Epstein tarafından bir toplantıya çağrıldı. Oldukça gergin olan menajer hemen konuya girdi ve Best’e, grup arkadaşlarının kendisiyle çalışmak istemediğini ve yerine Ringo Starr’ı aldıklarını üzülerek bildirdi. Pete Best kulaklarına inanamıyordu... İlk şokla evine gitti ve sabaha kadar hüngür hüngür ağladı. O sıralarda Best, 21 yaşındaydı.

O günden sonra diğer Beatles elemanları onu bir kere bile aramadılar. Yıllar sonra bir röportajında John Lennon, konuyla ilgili şunları söyleyecekti: “Hepimiz birer ödlektik. Pis işlerimizi Epstein’e yaptırıyorduk.” Pete Best, 60’ların ortalarında, Beatles’ın engellenemez yükselişi sonrasında, ağır bir depresyon geçirerek intihara teşebbüs etti, ancak sonrasında ailesinin desteğiyle tekrar hayata döndü. Bu sıralarda, yanında hep karısı Kathy vardı ve Kathy onunla Beatles’la birlikte çaldığı sıralarda tanışmıştı. Pete diyor ki; “Kathy eğer başka bir insan olsaydı, artık bir Beatle olmadığım için beni çoktan terkedebilirdi.” Pete ve Kathy, “She Loves You”nun listeleri altüst etiği yılın yazında evlendiler ve 45 yıldır da mutlu bir evlilikleri var.

İntihar girişiminden sonra Best, müziği bırakmaya karar verdi. Aslında iyi bir iş bulmak için yeterli niteliklere ve eğitime sahipti ancak bir süre iş bulamayınca kolayını seçti ve bir ekmek fabrikasında vardiyalı olarak çalışmaya başladı. Best, sonraki 20 yıl boyunca 9-5 mesaisine aynı işte devam edecekti. Bütün bu yıllar boyunca hiç davul çalmayan Best, çocuklarına bile önceki kariyerinden pek bahsetmedi. Hatta küçük kızı birgün yanına gelip; “Baba, okulda senin eskiden Beatles elemanlarından biri olduğunu söylüyorlar, doğru mu?” diye sorduğunda, gülümsemekle yetinecekti.

1988 yılı, Pete Best’in yaşamında ayrı bir dönüm noktasıydı. O yıl, eski bazı müzisyen arkadaşları, bir 60’lar partisinde davul çalması için onu Liverpool’a davet ettiler. O gece bir otelde gerçekleşen konser, inanılmazdı. Beatles’ın ilk davulcusu Pete Best’e ne olduğunu merak eden binlerce insan, salonu doldurmuştu. Konserde kardeşiyle aynı grupta çalan Pete’i annesi Mona da izledi ve iki oğlunu aynı sahnede ilk kez gören Mona, birkaç hafta sonra hayatını kaybetti. Söz konusu başarılı geceden sonra Pete Best, yeniden müziğe dönme kararı aldı. Kendi turne grubunu kurdu ve 1988’den bu yana da “Best of the Beatles” sahne şovunda hem 60’ların önemli hitlerini, hem de Beatles şarkılarını çalıyor. 2003’de “The Beatles: The True Beginnings” adlı bir kitap yazdı. Şimdiyse, 66 yaşında ve karısı Kathy, iki kızı ve beş torunuyla hayatının en mutlu günlerini yaşıyor.

Beatles’dan neden kovulduğuna gelince... Bunun asıl nedenini hala kimse bilmiyor. Kimilerine göre grup elemanları Pete’i, kendilerine göre çok daha yakışıklı olduğu için kıskandılar, kimilerine göre ise onu, çok sessiz ve içe dönük buldukları için istemediler ama şu bir gerçek ki; asıl neden kesinlikle Ringo’nun ondan daha iyi bir davulcu olması değildi.

16 Haziran 2008 Pazartesi

12 Haziran 2008 Perşembe

BRYAN ADAMS’LA 90’LARDAN 2000’LERE...:



İstanbul ve coşkulu konser kalabalığı görüntüleriyle zamanında hepimizi mest eden “Do I Have To Say The Words”ün videosunu izliyorum. İstanbul’un onu etkilediği kadar o da İstanbul’u etkilemişti. Düşünsenize, yıllar sonra “Türkiye’deki ilk stadyum konseri” dendiğinde, akla gelecek tek bir isim olacaktı: Bryan Adams...

Kanadalı müzisyen Bryan Adams, müzik hayatına 1977 yılında atılmasına, ilk platin plağını 1983 yılında aldıktan sonra 1984 yılında “Cuts Like a Knife” albümüyle tam 5 kez platin plak kazanmasına rağmen ülkemizde 90’lı yıllara kadar kayda değer bir hayran kitlesine sahip olamamıştı. Sadece “Heaven” hiti dışında, “Amerika Singlelar Listesinde 1 Numara” olmuş tüm singleları birer film müziği olan Adams, Türkiye’deki büyük şöhretine de, bir filmin orijinal “soundtrack” şarkısıyla kavuşacaktı; “Everything I do, I do it for You”... Şarkıyı ilk kez lisede, İngilizce dersinde dinlemiştim. Yaratıcı hocamız, şarkının sözlerini “fill in the blanks” şeklinde kağıtlara yazıp şarkıyı bize dinletmiş, sonra da boşlukları doldurmamızı istemişti. Melodiyi ilk duyduğum anda çok sevmiştim ama Bryan Adams adı benim kafamda, -galiba kısık sesinin de etkisiyle-, 50-60 yaşlarında, beyaz saçlı, Frank Sinatravari bir müzisyen imgesi yaratmıştı. Sonra, dergilerde resmini gördüğümüzde; “Vay beee, çok yakışıklı adammış” dediğimizi hatırlıyorum. O zaman bile, ne kadar genç gösterdiği ve kısa süre önce ünlü olmasına rağmen aslında ne kadar deneyimli bir rock yıldızı olduğu konuşuluyordu.

1991 tarihli “Robin Hood: Prince of Thieves (Robin Hood: Hırsızlar Prensi)” filmi 1992 yılında, “Everything I do, I do it for You” şarkısıyla “en iyi orijinal film şarkısı” dalında Oscar’a aday oldu. Adams’ın, bu büyük hiti de içinde barındıran “Waking Up the Neighbours” albümü de, İngiltere albümler listesinde 1 numaraya yerleşerek tam 16 hafta boyunca zirvede kalmayı, Amerika’da ise 4 kez platin plak kazanmayı başardı.

1996 yılında, “18 Til I Die” albümü piyasaya çıktığında ben de artık büyümüş, bir ulusal müzik radyosunda DJ’lik yapmaya başlamıştım. Albümün uzun isimli single’ı “The Only Thing That Looks Good On Me Is You” yu çalarken patronumun stüdyoya dalıp; “İşte gerçek rock ‘n’ roll bu!” dediğini hatırlıyorum.

1998’de “On a Day Like Today”, 2004 yılında ise “Room Service” albümlerini yayınlayan Adams, bu sırada film müziklerine imza atmayı ve başka şarkıcılara da besteleriyle destek olmayı sürdürdü. 2002’de vizyona giren “Spirit: Stallion of the Cimarron” adlı animasyon filminin sountrack albümüyle, -Hans Zimmer’le birlikte- ASCAP Ödülüne layık bulundu. 2005 yılında toplama albümü “Anthology”yi ve “Live in Lisbon” adlı DVD’yi çıkardı. Bu arada, ateşli bir hayvan hakları savunucusu ve sıkı bir aktivist olan Bryan Adams, 2000’lerde fotoğrafçılığa merak saldı ve içinde ünlü isimlerin fotoğraflarının da bulunduğu pek çok sergi açtı.

Geliyoruz 2008’e... Eşimle birlikte tatile gidiyoruz... Yolculuk demek müzik demek ve biz de ipod’umuza yeni yüklediğimiz albümleri dinleme seansına Fleetwood Mac’le biraz nostalji yaşayarak başlıyoruz. Bruce Springsteen’le havaya girdikten sonra sıra geliyor Bryan Adams’ın son albümü “11”a (eleven nam-ı diğer onbir numaralı stüdyo albümü)... Albümün 2. single’ı “Tonight We Have The Stars”la başlayan macera, “Miss America” şarkısıyla sona eriyor ve kulaklarımızda 80’lerin rock albümlerinin bıraktığına benzer tınılar kalıyor.

Bryan Adams’ın yaşlanmayan “rock ‘n’ roll” ruhu ve usta prodüktör Robert ‘Mutt’ Lange’in tanıdık numaralarıyla ortaya gerçekten nefis bir albüm çıkmış. Tamam, şarkıların çoğu size bir yerlerden tanıdık geliyor, gerek isimleri gerek ritmleriyle birşeyleri çağrıştırıyor ama zaten günümüzün müzik dünyasında yüzde yüz özgün olan ne kaldı ki? Eğer, “Bryan Adams’ı kesinlikle sevmiyorum, asla da sevemem!” gibi baştan “negatif” bir yaklaşımınız yoksa, defalarca bıkmadan dinleyeceğiniz şarkılardan oluşan bu albümü çok seveceksiniz. (Özellikle “Oxygen”a dikkat!)

Bu arada Adams’ın Avrupa Turnesi 1 Ekim’de Holllanda’da başlıyor; Türkiye, açıklanan turne programında yok ama kimbilir, belki Ahmet San bizim için yeniden birşeyler yapabilir:) “11” albümü şimdiden pekçok ülkenin müzik listesinde ilk 5’te kendine yer bulmayı başardı, bakalım biz de “eski dost” Bryan Adams’la yeni bir stadyum konserinde buluşmayı başaracak miyiz?

11 Haziran 2008 Çarşamba

Efsane Gruplar Yeniden Doğuyor!

Müzik dünyasında rock n’ roll’un ortaya çıktığı 50’lerden itibaren, her 10 yıllık zaman dilimi belli bir dönemi çağrıştırıyor; 60’lar Beatles’la başlayan İngiliz rock grupları furyasının, 70’ler bir yanda disco çağı, diğer yanda progressive rock gruplarının, 80’ler heavy metal ve pop akımlarının, 90’lar modern rock ve techno gibi tarzların, 2000’ler ise alternatif grupların, elektronik müziğin ve hip-hop’un yükselişi olarak akıllara kazındı. 2000’lerin ikinci yarısına ise, “re-union” salgını imzasini atacak gibi görünüyor. Dağılan grupların yeniden birleşme sevdası acaba sadece müzik dünyasının içinde bulunduğu krizin bir sonucu mu, yoksa işin içinde modern dünyada yaşayan tüm bireylerin ihtiyaç duyduğu bir nostalji arzusu mu var?

İsterseniz, 2005’den bu yana yaklaşık 3 yıl içinde yeniden biraraya gelerek albüm çıkarmaya ya da turneye çıkmaya karar veren grupları şöyle bir hatırlayalım:

2000’lere muhtemelen damgasını vuracak olan “efsane grupların eski elemanlarını yeniden biraraya getirme” hareketinin ilk tohumları 2005 yılında gerçekleşen Live 8 organizasyonuyla atıldı; Pink Floyd’un 4 üyesi tam 24 yıl aradan sonra ilk defa aynı sahnedeydi. Bu, tekrarı olmayacak bir performans olsa da çok ses getirdi. Bu buluşmanın diğer buluşmalar için bir ilham kaynağı olup olmadığı bilinmez ama müzik dunyası, sonraki iki yıl boyunca, efsane grupların ikinci baharlarına tanıklık edecekti. 25 Kasim 2005 tarihinde, 90’ların en popüler ‘boy band’i Take That’in Robbie Williamssız bir turneye çıkacağı açıklandığında çoğu kişi modası geçmiş ve üyeleri ‘yaş almış’ bir grubun yeniden birleşmesinin bu kadar büyük coşkuyla karşılanacağını tahmin etmemişti. Take That’in dönüşü tek kelimeyle ‘muhteşem’ oldu; ‘Beautiful World’ albümünün çıkacağı gün müzikmarketlerin önünde uzun kuyruklar oluştu ve albüm piyasaya sürüldüğü ilk bir ay içinde İngiltere’de bir buçuk milyon kopya satmayı başardı.

2006 yılı ise, dev grupların birleşme kararı aldığı haberlerinin arka arkaya duyulacağı bir yıl olacaktı; İlk müjde Van Halen cephesinden geldi. Aslında 3 Ocak 2006’da basına yansıyan haber, resmi bir açıklama değildi ama grubun hayranları haberle umutlandılar. Önce ‘pop star’ tarzı bir yarışmayla Van Halen’a yeni bir vokal bulunacağı söylentileri ortaya çıkmıştı, daha sonra grup elemanlarının aradaki buzları eritme amacıyla biraraya geldikleri duyulacak, 2007 başında ise resmi bir açıklamayla; vokalde, bir dönem radyoculuğa soyunan ama popüler bir şovu olmasına rağmen, ‘rockstar’lığın tadını Djlikte bulamayan David Lee Roth ve bas gitarda Michael Anthony’nin yerine Eddie Van Halen’in oğlu Wolfgang olduğu halde büyük bir ‘reunion’ turnesine çıkacağı duyurulacaktı. 2006 yılında ayrıca, 2001’de dağılmış olan ‘kız grubu’ All Saints, grunge akımının temsilcilerinden Alice in Chains ve solist Shannon Hoon’un trajik ölümüyle 1995 yılında dağılan ve sadece 4 yıl varlık gösterebilmiş olan Blind Melon da birleşme kararı aldı. Müzik tarihinin en başarılı ve en köklü alternatif rock gruplarından Smashing Pumpkins ise 20 Nisan 2006 tarihinde grup elemanlarının yeniden birarada olduğunu ve yeni albüm icin şarkılar yazmaya başladıklarını internet sitesinden hayranlarına duyurdu. Bu, aslında Smashing Pumpkins cephesindeki gelişmeleri sürekli olarak takip edenler için büyük bir sürpriz sayılmazdı; resmi açıklamadan yaklaşık 1 yıl önce Billy Corgan, bir gazeteye verdiği röportajda şunları söylemişti: “ Smashing Pumpkins’i yeniden oluşturmak gibi bir planım var, grubumu geri istiyorum, şarkılarımı ve hayallerimi de...”

2006 yılının en fazla ses getiren geri dönüşüne gelince...Grubun kuruluşunun 30. yılı şerefine hayranlara bir turne sürprizi yapmak isteyen organizatörler, Peter Gabriel ve Steve Hackett’i ikna edemediler ama diğer Genesis elemanlarını hayranlarıyla bulusturmayı başardılar. Phil Collins, Mike Rutherford ve Tony Banks’in 2007’de “Turn it on Again” turnesi için yeniden biraraya geleceği 7 Kasim 2006’da açıklandı. Yıllardır biraraya gelmesi beklenen başka bir efsanenin birleşme ihtimalinin vesilesi ise, 14 Aralık 2006 tarihinde yaşanan büyük bir kayıp olacaktı. Rock ‘n’ roll tarihinin en önemli figürlerinden biri, medar-ı iftiharımız Ahmet Ertegün’ün beklenmedik bir şekilde hayatını kaybetmesinin ardından Led Zeppelin elemanlarının bir anma konseri için biraraya gelebileceği kulislerde konuşulmaya başlandı.

2007 başında bir dergide, The Police grubunun orijinal kadrosuyla Grammy Ödül Töreni’nde sahnede olacağı yazıldı. Bu, aslında ilk etapta zor bir olasılık gibi görünüyordu çünkü grubun dağılma aşamasında, grup elemanlarının birbirlerine tahammül edemedikleri, konser performanslarında bile göze çarpıyordu. Yine de rock dünyasının en geçimsiz elemanlarını barındıran gruplarından The Police, Roxanne hitinin 30. Yılı hatırına birleşecek; Sting, Andy Summers ve Stewart Copeland, biraz zorlama da olsa 28 Mayıs 2007 tarihinde Vancouver’da başlayan dünya turnesinde grubun binlerce hayranına ulaşmayı başararak yılı “En başarılı ve en çok kazanç getiren turne grubu” unvanlarıyla kapatacaktı. Tabii bir dizi konserden 100 milyon doları aşkın gelir elde etmeyi garantilediyseniz birbirinize tahammül etmeniz herhalde çok da zor olmayacaktır. Yine 2007 yılında, sırasıyla; Crowded House, Rage Against the Machine, James, Ace of Base, The Verve, Spice Girls, Squirrel Nut Zippers, Sixpence None the Richer, Extreme, Spandau Ballet gruplarının birleştikleri haberleri geldi. 2007 Kasım ayında, 2 yıl önce Rock ‘n’ Roll Hall of Fame’e kabul edilen punk rock efsanesi Sex Pistols’ın 2007 sonunda, birkaç konserlik bir İngiltere turnesi için biraraya geleceği, sonra da Avrupa’daki çeşitli festivallere katılacağı açıklandı. 10 Aralık 2007 tarihi ise, Led Zeppelin’in, davulda John Bonham’in oğlu Jason’la, Ahmet Ertegün anısına Londra’da verdiği muhteşem konser günü olarak hafızalara kazınacaktı.
2008’de tüm hızıyla devam eden “reunion” furyasına yeni katılan isimler ise; Alison Moyet ve Vince Clark’ı tam 25 yıl sonra yeniden biraraya getiren Yazoo, Stone Temple Pilots, 1981’de dağılmış olan Labelles ve artık ne ‘yeni’ ne de ‘çocuk’ olan elemanlarıyla beklenen dönüşü gerçekleştiren New Kids on the Block oldu, tabii şimdilik...
Bu arada bir de, yine organizasyon şirketlerinin icadı olan “nostalji” paketleri var. Bunlar, bizim “Eski Dostlar” grubu tadında, unutulmuş şöhretleri birarada turneye çıkaran organizasyonlar. Bu tarz ‘reunion’larda; Belinda Carlisle, Rick Astley, Human League, Bananarama, Kim Wilde, Nik Kershaw gibi 80’lere ait isimler ya da ‘tek şarkılık şöhretler’ birlikte bir turneye çıkıyor ve sahnede herkes kendi ünlü hitini seslendiriyor. İşin ilginci, İngiltere ve ABD dışında, 80’ler turnelerinin en cok ilgi gördüğü ülke, geçtiğimiz aylarda gündemimizi fazlasıyla meşgul eden Malezya! Galiba Malezya halkı geçmişi gerçekten çok özlüyor:)

Sonuç olarak, gelişen teknoloji, aranılan her türlü bilgiye ve hatta her türlü ünlü isme kolayca ulaşılabilmesi, küreselleşen dünyada herşeyin çabuk elde edilir ve hızlı tüketilir oluşu özellikle; gençliğini, internetin yaygınlaşmadığı, müziğin ve sanatçıların daha ulaşılmaz olduğu, elektronik değil de gerçek müziğin üretildiği, hayattaki herşeyin daha samimi olduğu yıllarda yaşayanlarda ‘eski zamanlara dönme’ arzusu yaratıyor. Bu, belki müzisyenler için de böyle; günümüz şarkılarının çoğunda ya geçmişten esintiler var ya da kendini sürekli tekrar eden ritmler. Diğer yandan, popstarların, rockstarların ve dev grupların da eski büyüsü neredeyse kalmadı, çoğu genç de kendinde şöhret olacak bir potansiyel keşfetti. You tube, myspace gibi siteler ve “American Idol” gibi programlarla sıradan insanlar birer yıldıza dönüşmeye başlayınca ‘şöhret’ günlük hayatın bir parçası haline geldi. Dolayısıyla, 2000’lerin müzik dünyasında biraz heyecan arayanlar için ‘eski heyecanlar’ yeniden yaratıldı ama tabii ki bu biraraya gelişlerin arkasındaki tek sebep duygusal sebepler değil. Müzik dünyası bilindiği gibi, tüm dünyada büyük bir krizin içinde; albümler satmıyor, mp3’ler korsan olarak indiriliyor, konserler yeterince ilgi görmüyor. Para kazanmanın en kolay yolu olarak ise “eski alışkanlıklar” olarak ortaya çıkıyor. Bu durum aslında gruplar için de sanıldığı kadar zor değil. 2000 yılında, orijinal kadronun toplanmasından sonra, Duran Duran basçısı John Taylor şunları söylemişti: “Hayatta zorluk çıkaran alçaklar her yerde var, o zaman neden en azından tanıdığınız ve bildiğiniz alçaklarla birlikte olmayasınız ki?”

Bakalım müzik dünyasında 2010’lar, 2020’ler nelere sahne olacak, o yıllarda neleri özleyeceğiz, neler dinleyeceğiz ve eskiye rağbet etmeye devam edecek miyiz? Bekleyip göreceğiz... Fulya AKBUĞA.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Amerika'da Değişim Rüzgarları

Amerika Birleşik Devletleri’nde seçim heyecanı hız kesmeden devam ederken, Amerikalı Genç Seçmen’in eğilimlerini ve seçim atmosferini izlemek üzere Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelen 8 genç gazeteciyle birlikte Washington DC’de buluştuk. Rehberimiz eski bir gazeteci olan ve şu an Foreign Press Center’ın medya bölümünde çalışan Keith Peterson. Yoğun programımızda neler yok ki... Üniversitelere gideceğiz, gazeteciler, politikacılar, profesörler ve öğrencilerle buluşacağız ve işin en heyecanlı kısmı, hakkında çok şey söylenen Obama’yı ve artık seçim iddiasını kaybettiği söylenen Clinton’ı yakından göreceğiz. DC’de mükemmel bir hava var, Japonya’nın 100 yıl önce ABD’ye hediye ettiği kiraz ağaçları çiçek açmış, bütün şehir pembeler içinde...İlk durağımız Amerika Birleşik Devletleri’nin önemli araştırma kurumlarından biri olan “PEW Research Center”. Kurumun yöneticilerinden Caroll Doherty, yaptıkları kamuoyu yoklamaları sonucunda, yıllar içinde farklı jenerasyonlardaki gençlerin oy verme alışkanlıklarındaki değişimlerden sözediyor. Ona göre jenerasyonları; Late Boomers (70’lerde genç olanlar ve Reagan’ın ilk kez başkan seçildiği dönemi yaşayanlar), Generation X (1965-1976 yılları arasında doğup hemen Reagan Dönemini yakalayıp hem de George H. Bush ve 90’larda Clinton dönemini yaşayanlar) ve Generation Next ya da Millennials (1977 yılı ve sonrasında doğan, Clinton döneminin sonlarıyla George W. Bush dönemine, dolayısıyla 9/11 olayına ve Irak savaşına şahit olan günümüz gençliği) olarak ayırmak mümkün.70’lerden günümüze doğru baktığımızda en büyük fark, Reagan döneminde Cumhuriyetçilerden yana olan gençliğin yıllar içinde Demokrat parti tarafına kayması. Özellikle 2004 seçimlerinde Demokrat Parti’ye oy veren gençlerin sayısında ciddi bir artış göze çarptı. Onun dışında, gençliğin savaş karşıtı bir tutum içinde olduğunu da söyleyebiliriz. PEW Araştırma Merkezi’nin elindeki verilere göre; 1966 yılında yapılan bir ankette 21-29 yaşları arasındaki gençlerin %71’i “Vietnam savaşına dahil olmak bir hata mıydı” sorusuna “hayır” derken, 1970 yılında aynı yaş aralığındaki gençlerin % 48’i “hayır” cevabını vermişti. 2002 yılında ise, bu kez Irak savaşıyla ilgili, “Irak’a yapılan askeri harekatı onaylıyor musunuz?” sorusuna 18-29 yaş aralığındaki gençlerin % 69’u “hayır” yanıtını verdi. Nesiller arasında göze çarpan bir fark da, geleneksel aile yapısı içinde yetişen gençlerin oranındaki azalma. Tek anne ya da tek babayla yetişen, göç sonucu farklı kültür yapılarına sahip olan çok fazla genç var; bu da yeni nesillerin, farklılıklara karşı eski kuşaklara oranla daha toleranslı olması sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla Amerikan Başkanının siyahi bir lider ya da bir kadın olması genç nüfus açısından bir sorun yaratmıyor, tam tersine tercihlerini bu yönde kullanıyorlar. “Generation Next”, genel olarak liberal bir tavır sergilerken çevre sorunlarına, küresel ısınma konusuna karşı duyarlı görünüyor, kürtajın ve gay/lezbiyen evliliğinin serbest bırakılmasından yana görüş bildiriyor.Üniversite gençlerine göre ülkelerinde çözülmesi gereken en önemli problemler; ‘Ekonomideki bozulma’, ‘Irak meselesi’ ve ‘Sağlık sektöründeki sıkıntılar’ olarak sıralanıyor. Üniversiteye gitmeyen genç nüfus ise hala ‘tek bir oy’un fazla bir şey değiştirmeyeceği görüşünde. Okula gitmeyen bu gençlere ulaşmak, adaylar için çok daha zor ama her şekilde, bu sene oy kullanan genç nüfusun oranında önceki seçimlere göre büyük artış olacağı tahmin ediliyor. Bunda internet kampanyalarının, teknolojinin daha önceki seçimlere çok daha yoğun kullanılmasının ve “rockthevote.com”, “moveon.org” gibi, gençleri oy kullanmak konusunda harekete geçirmeyi hedefleyen oluşumların da rolü büyük.Aslında, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki genç seçmen potansiyeli son iki seçime kadar kendini pek gösterememişti. 1971 yılında Nixon’ın oy verme yaşını 18’e indirmesiyle, bu kararı takip eden seçimlerde 18-24 yaş aralığındaki genç nüfusun yüzde 52’si oy kullandı ve bu, gerçekten büyük bir orandı. Ancak gençlerin politikaya ve oy kullanmaya olan ilgisi; özellikle ön seçimlerde kayıt yaptırmak için uzun bir prosedür izlenmesi, sık sık şehir ya da eyalet değiştiren gençlerin her seferinde oy kullanmak için yeniden kayıt yaptırmalarının gerekli oluşu ve politikacıların da gençlere yönelik kampanyalara yeterince önem vermemeleri gibi nedenlerle her geçen yıl daha da azalınca, anketler ve seçim sonuçlarındaki genç nüfus oranı da ister istemez gittikçe düştü, ta ki 2002 seçimlerine kadar... Oy kullanmayı genelde pek sevmeyen 18-29 yaş aralığındaki Amerikan gençliğinin seçimlere olan ilgisi ve oy kullanma oranı, 2002 ve 2004 seçimlerinde büyük bir ivme kazanarak arttı. Bunun sonucunda, genç seçmenin seçim sonuçlarını belirlemede kritik bir rolü olduğu farkedildi ve onların kararlarının bir anda bütün gidişatı değiştirebileceği ve hatta belki de aile bireylerinin fikirlerini bile etkileyebileceği düşünülmeye başlandı. Böylece, 2008 Başkanlık Seçim Kampanyalarında adaylar gençleri tavlamak için çok farklı yöntemler denemeyi, yeni ekipler kurarak genç seçmeni tanımayı ve gençlere onların kullandığı araçlarla ulaşmayı bir öncelik haline getirdiler.Örneğin; McCain Cumhuriyetçiler cephesinde tek aday olarak kalmadan önce, gençler arasında özellikle facebook’da en popüler Cumhuriyetçi aday Ron Paul’dü, hatta bir ara ‘internette onun için Paris Hilton’dan bile daha fazla arama yapıldığı’ söyleniyordu. Bu onun sade ve gençleri yakalayan mesajlarının yanında, internet aracılığıyla kendisi hakkında yayılan şehir efsanelerini yalanlamaması sayesinde kazandığı bir popülariteydi.Gençler, ülke genelindeki duruma baktığımızda kendilerine en yakın aday olarak Obama’yı görüyorlar. Bu, öncelikle onun gençlerin dilinden anlaması, ya da anlıyor gibi yapmasından kaynaklanıyor. Youtube, facebook ve myspace gibi siteleri en etkili biçimde kullanan Obama, kitlelere karşı yaptığı konuşmalarda çok başarılı ve özellikle iki kelimenin üzerine oynuyor; “değişim” (change) ve “umut” (hope). Bu söylemler gençleri çok fazla etkiliyor çünkü özellikle Bush iktidarından kaynaklanan büyük bir memnuniyetsizlik var ve gençler nasıl bir ‘değişim’ istediklerini bilmeseler bile Obama’nın belki tümüyle sistemi değiştirebileceği izlenimine kapılıyorlar. Hillary ise, daha çok kadınların ve Latin ve Asya kökenli halkın favorisi gibi görünse de, genç nüfusun da yine önemli bir bölümünden destek görüyor. Kampanyasında kızı Chelsea’den yardım alan ve bu şekilde üniversite gençliğine ulaşan Clinton, “deneyim” silahını kullanarak Obama’dan daha avantajlı konuma geçme çabasında. Aslında adaylık yarışını Obama şu anda çok daha önde götürüyor ancak Clinton’ın hala, Obama’nın bir yerlerde bir hata yapıp açık vereceğine dair inancı var. John McCain’e gelince...En büyük dezavantajının ‘yaşlı’ görünmesi olduğu düşünülen McCain, her fırsatta 95 yaşındaki annesini göstererek belki de genleri konusunda şanslı olduğu ve uzun yaşayacağı mesajını vermeye çalışıyor ama onun da kendine göre bir genç seçmen potansiyeli var.Amerika’daki üniversite gençliğinin politik açıdan eskiye göre çok daha aktif olduğu söylenebilir; gençler kimden yana olduklarını söylemekten çekinmiyorlar, okullarındaki sosyal kulüplerle birlikte gönüllü olarak seçim kampanyalarında yer alıyor, ‘debate’ olarak adlandırılan ve adayların canlı yayında karşı karşıya geldiği tartışma programlarını hep birlikte kantinlerindeki büyük ekran televizyonlardan tezahüratlar eşliğinde izlemekten ve ellerindeki pankartlar, üzerlerindeki kampanya t-shirtleriyle sokaklarda dolaşarak adeta bir bayram coşkusu şeklinde geçen seçim atmosferinin bir parçası olmaktan zevk alıyorlar. Biz de grubumuzla birlikte, bu coşkuya ortak olmak için Washington’ın önemli üniversitelerinden George Washington Üniversitesi’ne, Obama ve Clinton arasında yapılacak ve canlı olarak yayınlanacak ‘debate’i öğrencilerle birlikte izlemeye gidiyoruz. Kafeteryadaki büyük ekran televizyonun önünde buluşan öğrenciler, ellerinde içecekleri ve cipsleri maç izleyecekmiş gibi bir havada, başkan aday adaylarının konuşmalarını dikkatle izliyor ve taraftarı oldukları aday, karşısındakini alt eden bir cümle sarfettiği anda alkışlarla ortamı daha da eğlenceli hale getiriyorlar. Konuştuğumuz öğrencilerin farklı fikirleri var; 19 yaşındaki politika öğrencisi Matt, Obama’yı tuttuğunu çünkü onun Kasım’daki seçimi kazanmaya en yakın aday olduğunu, onun kendinden emin duruşundan etkilendiğini ve uluslararası politikalar alanında Obama’nın fikirlerine güvendiğini söylüyor. 18 yaşındaki Michael da Obama’nın ülkenin ihtiyacı olan değişimi gerçekleştirebileceğine inanıyor. “Hem genç olması, hem de siyah bir lider olması onun bu değişimi gerçekleştirebileceğinin kanıtı” diyor Michael. 18 yaşındaki Kate ise bir Hillary taraftarı. Ona göre Hillary Clinton, ekonomi ve sağlık sorunları konusunda ne yapması gerektiğini iyi biliyor, daha önce uzun süre ‘first lady’ olduğu için yeterli donanımı var.Sonraki durağımız, Virginia Beach bölgesinde yeralan, oldukça tutucu bir üniversite olan ve hukuk, gazetecilik gibi alanlarda Hıristiyanlığı temel alan bir eğitim veren Regent University. Üniversitenin dekanı Profesör Charles Dunn, dinin Amerikan politikasında her zaman büyük bir rol oynadığı görüşünde ve Cumhuriyetçilerin adayı McCain’e de seçimlerde büyük şans tanıyor. Ona göre, Obama’nın sürekli olarak değişimden sözetmesi ters tepebilir çünkü Amerikan halkı radikal değişikliklerden hoşlanmaz. Öğrenciler de dekanla hemen hemen aynı görüşte. Hukuk bölümünde master yapan Matthew Clark, Irak’taki askeri gücün geri çekilmesine karşı çıkıyor çünkü önce Irak’ta güvenli bir ortam ve istikrarın sağlanması gerektiği görüşünde. Ülkenin karşı karşıya olduğu sorunları çözmede ise McCain’in Bush’dan daha başarılı olacağını savunuyor.Şimdiki okulumuz, Afrika kökenli Amerikalıların yani siyahların ağırlıklı olarak eğitim gördüğü ve iyi bir üniversite olan Norfolk State University. Buradaki öğrencilerle daha çok, seçtikleri liderin renginin ya da cinsiyetinin onlar için önemli olup olmadığı konusunda sohbet ediyoruz. 22 yaşındaki Philip, Obama’yı tutmasının kesinlikle onun da kendisi gibi siyahi olmasıyla bir ilgisi olmadığını söylüyor: “En önemli şey, onun benim için ne yapabileceği”. 20 yaşındaki Malcolm ise; “Adaylar arasında tercih yaparken mutlaka, kendine daha yakın hissettiği adayı seçmek isteyecek kişiler olacaktır ama çoğunluğun ülkenin sorunlarını çözecek kişiyi aradığını düşünüyorum” diyor.Turumuzun son 3 gününü, Pennsylvania önseçimlerini daha yakından izlemek için Philadelphia’da geçiriyoruz. Burada önce, 16 yaşındayken çektiği kısa filmle büyük yankı uyandıran ve gençleri oy kullanmaya çağıran David Burstein’le buluşuyoruz. David genç seçmenlerin partilerden çok adaylara odaklandığı görüşünde. Adayların kişilikleri ve vaatleri gençler için, mensubu oldukları partiden daha önemli.David’in, “18 in 08” adlı son derece başarılı kısa filmini izledikten sonra tekrar yollara düşüyoruz. Arka arkaya, önce Chelsea Clinton’ın, arkasından Hillary Clinton ve Barrack Obama’nın konuşmalarını izlemek için diğer yabancı basınla birlikte miting alanlarını ziyaret etmek hem zevkli, hem de yorucuydu. Konuşmaların yapılacağı spor salonlarının kapısında uzanan uçsuz bucaksız kuyruklarda bekleyen insanlar hiç de sıkılmış gibi görünmüyor; yaşlılar, gençler, anneleriyle gelen minik bebekler ve etrafta tam anlamıyla bir bayram havası esiyor. Adaylık yarışı, American Idol yarışmasının final heyecanından farksız Amerikan halkı için; pankartlar, afişler, rengarenk giysiler, tezahüratlar ve taraftar olma coşkusunu yansıtan herşey bu bayram havasına eşlik ediyor. Biz de önce bir lisede, Hillary’nin kızı Chelsea’nin annesini destekleyen konuşmasını izliyoruz ve etrafta hem Latin, hem Uzakdoğu hem de Asya ve Afrika kökenli, rengarenk giysili Hillary taraftarlarının sayısının ne kadar çok olduğunu görerek şaşırıyoruz. Yabancı kökenliler, Hillary’ye hala güveniyor. Sonra Obama’nın miting alanına gidiyoruz ve çantalarımızı köpeklere koklattıktan ve yoğun güvenlik önlemlerinden geçtikten sonra, kitleleri etkisi altına alan ve Amerikan basınında son zamanlarda “ne kadar siyah” olduğu tartışılan karizmatik aday Obama’yı ve motive edici konuşmasını izliyoruz. Sonraki gün ise, bu kez Hillary için aynı aşamalardan geçtikten sonra, bir zamanların “first lady”si, eşi ve kızının desteğiyle sahneye çıkıyor ve zaman zaman tizleşen sesiyle bana Tansu Çiller’i hatırlatsa da, etkileyici bir konuşma yapıyor. Etraftaki genel kanı ise, Obama’nın laf kalabalığı yapıp aslında kayda değer birşey söylemediği, Clinton’ın ise, daha elle tutulur şeyler söylediği ancak seyircinin nabzını Obama kadar iyi tutamadığı yönünde.Görünen o ki, yeni Amerikan başkanının belirleneceği bu seneki seçimlerde genç seçmenin rolü çok büyük olacak. Oy verme alışkanlığı pek olmayan genç nüfusun eğilimleri; internet kampanyalarının renkliliği, adayların farklı özellikleri ve Bush döneminin yarattığı memnuniyetsizlik gibi nedenlerle değişecek ve oy kullanan Amerikalı gençlerin sayısı artacak gibi görünüyor. Bize ise; bu curcunayı bırakıp Türkiye’ye dönerken, yeni başkanın uygulayacağı politikaların ve yaratacağı olası değişim atmosferinin bizim ülkemizi ve dünyayı nasıl etkileyeceğini düşünmek kalıyor. Fulya AKBUĞA.

Radikal'de Çıkan Yazım

Genç seçmen, hem Demokrat Parti’nin devam eden ön seçimlerinde hem de Kasım’da gerçekleşecek Başkanlık Seçimi’nde kilit rol oynayacak. Amerika Birleşik Devletleri’nde Başkanlık yarışı sürüyor, hem de son derece çekişmeli ve eğlenceli bir seçim atmosferi içinde. 2008 Başkanlık Seçimleri her yönden, özellikle düzenlenen kampanyalar ve genç seçmene verilen önem açısından diğer seçimlere göre çok farklı. Öncelikle, gençlerin sosyal alışkanlıklarının son birkaç yılda büyük değişim gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. ‘Yeni medya’ olarak tanımlanan facebook, youtube, myspace gibi internet sitelerinin ve yeni teknolojinin genç nüfusa ulaşmanın anahtarı olduğu gözlemlenince, internet daha önceki hiçbir seçim döneminde olmadığı kadar çok kullanılmaya başlandı. Uzun süredir devam eden kampanyalarda genç nüfusun ilgisini çekmeyi en iyi başaran ve onları en çok etkileyen isim kuşkusuz, pozitif yaklaşımı ve umuda yönelik söylemleriyle pek çoklarına göre ‘değişim’in simgesi, Barrack Obama oldu. Seçim kampanyasına başlar başlamaz, ‘Rock the Vote’ organizasyonunun öncülerinden Hans Riemer’i ‘genç seçmen koordinatörü’ olarak işe alan Obama, seçimlerde 18 yaşını doldurmuş olacak gençlere özel bir önem vererek seçim gezilerine liselerden başladı, öğrenci liderleriyle biraraya geldi, çok iyi bir zamanlama yaparak gençlere yönelik radyo ve televizyon reklamlarıyla ilgiyi üzerine çekti. Riemer de son derece etkili bir çalışma yürüterek, Obama’ya gönüllü olarak destek verecek genç grupları organize etti. Obama kampanyasında, ‘seçmenlerin, karar verirken yüzyüze görüştükleri kişilerin düşüncelerine daha fazla önem verdikleri’ gerçeğinden yola çıkılarak hareket edildi ve gönüllü gençlerden, etraflarındaki diğer gençlerle konserler, kafeler, kitapçılar gibi çeşitli ortamlarda birebir konuşarak taraftar toplamaları istendi. Bu, belki zaman alıcı ama hem ucuz hem de etkili bir yoldu. Facebook ve youtube’u en iyi kullanan aday olduğu söylenen Obama’nın yoğun internet kampanyasının gerisinde ise tabii ki büyük bir ekip görev yapıyor; blogları yazanlar, internet direktörleri, podcastleri yayınlayanlar, videoları kurgulayanlar, vs. İnternet üzerinden bağış almak da para toplamanın en yaygın yollarından biri haline geldi adaylar için. Toplanan bu paraların büyük bölümü ise, yine genç seçmeni fazlasıyla etkileyen televizyon ve radyo reklamları için kullanılıyor. Bir de adayları destekleyen müzik, sinema ve spor dünyasının yıldız isimleri var. Şubat ayında, Black Eyed Peas üyesi Will.i.am ve Bob Dylan’ın yönetmen oğlu Jesse Dylan’ın işbirliğiyle youtube’da yayınlanan ve pek çok ünlü ismin rol aldığı “Yes We Can” adlı video, Mart sonundaki rakamlarla yaklaşık 18 milyon kişi tarafından izlendi. Ünlü müzisyen Bruce Springsteen de, internet sitesi ve konserleri aracılığıyla, E Street Band’le birlikte Obama’yı desteklediğini hayranlarına duyurdu. Hillary Clinton ise, gençlerden çok Latin seçmenin ya da ortayaş üstü kadınların favorisi. Ancak o da, genç seçmenin vereceği kararın öneminin farkında ve kampanyasında gençleri hedefleyen hamleler yapmayı ihmal etmiyor. Bu bağlamda Clinton’ın en parlak fikri, kızı Chelsea’yi de kampanyasının bir parçası haline getirmekti. Chelsea Clinton, kendinden emin duruşu, sade ve abartısız tarzı ve ‘örnek genç kız’ görünümüyle 100’den fazla üniversite kampüsüne gitti ve buralarda annesini destekleyen konuşmalar yaptı. Chelsea’nin bu konuşmalarında en sık tekrarladığı cümle ise “Annemin babamdan daha iyi bir başkan olacağına inanıyorum çünkü şu an ondan daha deneyimli” cümlesiydi. Yaşlıyım ama... John McCain’e gelince... En büyük dezavantajının ‘yaşlı’ görünmesi olduğu düşünülen McCain, her fırsatta 95 yaşındaki annesini göstererek belki de genleri konusunda şanslı olduğu ve uzun yaşayacağı mesajını vermeye çalışıyor ve daha çok ‘deneyim’ kartına oynuyor ama onun da kendine göre bir genç seçmen potansiyeli var. McCain aslında kampanyası için youtube’u ilk kullanan isimlerden biriydi. McCain’in ekibi youtube’a daha çok biyografik içerikli videolar koydu ve bu videolar medyada büyük yer buldu. Bu arada sürekli ‘ne kadar yaşlı olduğu’ konuşulan 72 yaşındaki McCain’in de bir kızı var, üstelik Chelsea’den daha küçük! 24 yaşındaki Meghan kendi blog’unda her gün okurlarıyla babasının seçim kampanyasıyla ilgili deneyimlerini paylaşıyor ve babasının yaptıklarını anlatıyor. Meghan’ın arkadaşlarının çektiği videoların da yer aldığı bu blog aslında, eğlence dünyasının parçası olan herhangi bir ünlü ismin blogundan farksız. Cumhuriyetçiler de bu şekilde, McCain’i bir ‘rock star’ gibi göstererek geleneksellik bariyerlerini bir nebze olsun aşmaya çalışıyorlar. Genç kitleyi çekmek için kullanılan diğer bir yöntem de, gençlerin telefonuna gelen ve adayın kendisinin ya da onu destekleyen ünlü bir ismin konuştuğu “Robocall” adı verilen sesli mesajlar. Telefonunda Hillary’nin ya da -daha iyisi- Ben Affleck’in sesini duyan genç seçmen bundan etkilenebiliyor, aynı şekilde gençlerin adreslerine adayların adıyla sürekli olarak gönderilen elektronik postalar da işe yarıyor. Bunun dışında rockthevote.com, newvotersproject.org, youngvoterstrategies.org gibi internet siteleri de ünlü isimlerin ve müzisyenlerin de desteğini alarak gençleri oy kullanma konusunda bilinçlendirmeyi ve harekete geçirmeyi hedefliyor. Sonuç olarak; görünen o ki genç seçmen, hem Demokrat Parti’nin devam eden ön seçimlerinde, hem de Kasım’da gerçekleşecek Başkanlık Seçimi’nde kilit rol oynayacak. Yapılan anketlere göre, bu seçimde gençlerin tercihi, kendilerine en yakın liderin hangisi olduğuna karar verip partiden çok lidere oy verme yönünde. Bu sene ilk kez oy kullanacak seçmenlerin ise adayların gözünde ayrı bir önemi var. Çünkü genel kanıya göre, “Örneğin, eğer bir kişi 18 yaşında Pepsi Cola değil de, Coca-Cola içmeye başlamışsa, hayatı boyunca Coca-Cola’dan vazgeçemez”. Bakalım, Amerika’da “Millenials” olarak tanımlanan yeni jenerasyonun oyları seçimlerde hangi liderden yana olacak?..